28 Ekim 2011 Cuma

013

senin gemindi şu suların göğsüne saplanan
tam da bu sebepten
en son sen terk etmek zorundasın
üzgünüm ama bu böyledir hep

27 Ekim 2011 Perşembe

012

gün gelecek bütün acılarımız dinecek! ve göreceğiz ki ne kadar yalnızız. sonra acıyı özleyecek, aşka meyil edeceğiz yeniden ve hesapsızca.

ey hayat seviyorum seni bana yaşattığın her an için, tadılan her haz içinse sana teşekkür ederim.

25 Ekim 2011 Salı

011

bana söylediğin yalanları çoktan bağışladım. sıra senin kendine söylediğin yalanlara geldi. ama biliyorum bunları bağışlamak bir bedel gerektirecek ve biraz zaman alacak! her şeye rağmen deneyelim.

010

beni uslandır Asya! bana aklını giydir.

23 Ekim 2011 Pazar

009

benimle işlenecek günahlara yakışacaksın sandım

oysa her aşk

bir yanlış anlaşılmayla başlar ayrılık düşünüldüğünde

22 Ekim 2011 Cumartesi

008

Ben ayrıntıları sever ve her ayrıntının birer sebep olduğunu düşünürüm. Sen, ayrıntıları bir yorgunluk olarak görürsün.

Bu yüzden her sevişmede, sevişmemizde; uzun uzun dokunmak isterim. Bilgeleşir parmak uçlarım. Bir uçtan bir uca yürürüm bana sunulan ülkeyi. Sunulana ortak ederek yurdumu. Sindirmek isterim karşımdaki teni, yedirmek tenime. Sen ise en kestirme yolları seçer, bir şeyler kaçırırcasına, Et’ ini ödüllendirdiğini düşünürsün zafer çığlıkları içinde. Oysa her seferinde farklı nedenlerle biraz daha büyür yenilmek. Sen Et’ ini sıkılaştırırken, benim tenim sökülür.

Tenim eksik kalır o gecelerde. Ki senle, senin o sığ doyumsuzluğunla tamamlanması mümkün değildir. Eğreti soluyuşlarına ortak olmamak adına gözlerimi sıka sıka kapatırım, sevişmek sandığın yıkımlarda. Dışarı en ufak bir şey sızdırmak istemez gözlerim.

Susarım. Türlü türlü hıçkırıklara boğulur ağlarım. Acımın bir gün farkına varılmasını beklemektir bu.

Neden mi?

Çok önceleri bana anlattığın öyküne inanmış, kaptırmıştım kendimi. Tutunmaya ihtiyacım vardı benim de. En az senin kadar. Herkes gibi ve herkes kadar. Yalnızdım. Her yalnız insan kadar tehlikeli ve bir o kadar çaresizdim. Yalnızlık kanmayı çoğaltırdı çünkü.

Şimdi ne zaman sevişsek, sadece sana ait finalde, yani zafer çığlıkları attığın o an, anlattığın öyküde geçen şu cümle çınlar kulaklarımda:

“İnsan, başka bir insana ulaştığını sandığında bir çıkmaz sokakta bulur kendini.”

kimsesizlik gecesi… altı haziran. kim bilir geçmişin neresine dair.

007

Bir gün bu odadan arkama bakmaksızın çıkıp, bir daha da geri dönmeyeceğim. Hiçbir şeye dokunmayacağım. Öylece yerli yerinde kalacak her şey. Kitaplarım, filmlerim, özenle listelediğim şarkı listelerim, kalemlerim, yazdıklarım, her biri bir anın sembolü olan biblolar, yansımaları bana taşıyan aynalar… Ama durun, aynaların sağlam kalacağı garantisini vermiyorum, veremiyorum. İnsan bir yerden dönmemek üzere çıkıp giderken bir şeyleri kırmalı değil mi? Kırılmaya müsait aklıma gelen ilk şey aynalar oldu. Nedir bu aynalardan alıp veremediği insanın. Ama bir iz bırakmalı mutlaka, birilerinin bir gün anımsayacağı bir iz!

Aklım takvimlerden de uzağını görüyor şu günler. Sürekli bir gelecek muhasebesi yapıyor olmak insanı epey bir boğuyor anlayacağınız. Tepkilerim büyüyor, hırçınlığım kontrol edilemez noktalarda. Bir şeylerin canını alasım var, bu neden ben olmayayım diye düşünüyorum. Hızla köreliyorum. Bu körelmenin sonucunda bozulan sinirlerime hakim olamamak beni korkutuyor. Hiç olmadık birilerine de patlamak var. Patlamak ve can yakmak. Ama hayatım boyunca haksız davranmak istemedim kimseye, haksızlık etmek istemem yine. Giderayak birilerine bulaşmak ve bulaştığım şeyi de kendimle beraber taşımak sonsuzluğa.

Bir bir uzaklaşıyorum şimdi her şeyden ve herkesten. Bir koruma iç güdüsü olmalı bu. Bundan yanıtsız bırakıyorum bir çoğunuzu, ağır ağır çekiliyorum sahneden. Kim bilir bu çekilişi sizler nasıl değerlendiriyor, ne gibi anlamlar veriyorsunuz. Ama son sahnede bunun neden yapıldığını birkaçınızın rahatlıkla anlayabileceğini biliyorum. Çok şey yaşadık sizlerle, çok emeğimiz geçti birbirimize. Bunu anlamanız zor olmasa gerek.

Kendime yetmiyorum!

Kendime.

Kendi.

Önlem alma zamanını geçirmiş her insan gibi, sürekli geçmişe dönüyor olmak, orada bir ipucu bulacağımı sanmak korkunç komik biliyorum. Her kitap bir kez yazılır, her film bir kez çevrilir. Seyrettiğiniz bir filmi başa alıp, anlayamadığınız yerleri tekrar izleyip anlama şansınız vardır, ancak olayların seyrine müdahale edemezsiniz. O film hoşunuza gitmese de, aynı finalle sonlanır.

Peki ne yapmalı? Bu gece arkamdaki duvara asılı duran aynayı kırarak mı başlamalıyım adımlarımı hızlandırmaya. Yoksa tahtadan adama mı sarmalıyım? İçimde biriken isimsiz kaybedişlere bir faydası yok bunun biliyorum.

Dur diyorum.

Dur.

yirmi üç haziran gecesi… yorgun bir uykuya varmadan hemen öncesi.

006

Sokağın başındaki karartıyı O sanmış, günlerdir beklediği anla yüz yüze geldiğini hissetmenin vermiş olduğu heyecanla koşmaya başlamıştı. Yağmurun kayganlaştırdığı kaldırımlarda soluk soluğa koşarken adımlarının yere bastığından bile emin değildi. Aklını yitirmişcesine, ayaklarını kasıkları yırtılırcasına aça aça koştururken bir anda durdu.

Durdu.

Sokak lambalarından gelişi güzel dağılan ışıkla parlayan asfalt uzunca uzamaktaydı bakışlarının yönünde. Önünü göremiyordu giriş yaptığı gecenin. Önünde bir yerlere yetişme telaşında olan Kadın ölgün yansımaların içinde akıp gidiyordu. Sokakta, Kadın’ın ayak seslerinden ve kendi soluğundan başka hiçbir hareket belirtisi olmadığının farkına vardı. Bu onu az da olsa rahatlattı. Kendini cesaretlenmiş hissediyordu. Kendine gelip, soluğunu düzenledikten sonra Kadın’a her şeyi kısaca özetleyebilirdi. Yüreğinden oluk oluk taşan, aklını, dünyasını esir alan bu özeti Kadın’a aktarmak için bundan daha uygun bir zaman olamayacağını düşündü. Sonuç almak bazı belirsizlikleri dindirirdi. Ve onun böyle bir sonuca olumlu ya da olumsuz ihtiyacı vardı.

Kadın’ı ilk ve son kez gördüğü o günden bu geceye, geceler kendisi için kolay geçmiyordu. O uzun, onlarca parçaya bölündüğü gecelerde Kadın’ın uzun saçları aklına gelir, o saçlara dokunmanın düşünde elleri yorgun düşerdi. Ki yüzü… Kadın’ın yüzü yaratılmaktan öte çizilmişti sanki. Buna inandı hep. Bir yüzün bu kadar kusursuz oluşu başka neyle açıklanabilirdi. Alnına dökülen saçları, siyah kirpiklerinin ve kaşlarının gözleriyle olan uyumu. Dudaklarının dolgun diriliği. Nasıl gülmüştü alış veriş merkezindeki kasiyer kıza. Sıradan birine karşılıksızca sunulan bu gülüşün uzantılarını hayal edip durdu. Onu bir an olsun gözlerinin önünden düşürebilse, kendi gerçekliklerine dönecek, zamanla başka birilerine başka anlamlar yükleyip kendini avutacaktı. Yapamamıştı. Kaçamamış ve kaosun sonsuz incelikleri içinde derinleşmekten kendini alamamıştı.

Kim olduğunu bilmediği, sesini bir kez olsun duymadığı bu Kadın’ın büyüsüne kapılmış ve çevresindeki insanlara ve işine dair iyice yabancılaşmıştı. Uykusuz gecelerinde aynanın karşısında durup sıkılmadan tekrar tekrar karşılaşacağı anın provasını yapıyor, kendine güldüğü zamanlar olmasına rağmen vazgeçmiyor, umudunu daha bir kuruyordu kendi yalnızlığında. Aynanın önünde, farklı farklı ses tonlarında yaptığı onca konuşmanın hangisinin bu geceye uygun olup olmadığını yokladı dağınık düşüncelerinde. Hata yapmamalıydı çünkü bu ilk ve son şansı olabilirdi. Aralarındaki mesafede birkaç adımdı artık. Adımlarını daha bir sıklaştırdığında hedefe kilitlendiğini hissetti. Artık vazgeçemezdi. Herkesin bir an’ı vardı. Onun ki şüphesiz ve kaçınılmaz buydu.

Derin bir nefes çekti gecenin serin ve taze göğünden. Kendinden en emin ses tonuyla kadına bir adım kala seslendi:

- Affedersiniz.

Kadın ince bir tedirginlikle dönüp: “Buyurun” dedi.

- Ateşiniz var mı.

005

Sanki birkaç nota eksikti beni öpüşünde. Kim bilir kimlerde unutulmuştu, hangi kaybedişlerin açılımında kullanılıyordu o notalar. Bunu sezmemle geri çekildim, ritme yabancılığım da bundandı. Bağışla der gibi uzaklaşmıştım açlığından. Senin için ben O değildim. Onlar olamayacak kadar gerçektim.

Bu ritim bozukluğu senin açından, ilk oluşla açıklanabilir gibi görünse de, karanlığa gömülü o havasız salaş barda, derinlemesine yüzüme baktığında anlamıştım bunu. Ama sebepsizce geldim ya da sürüklendim. Hani gırtlağın patlayasıya sesini yükseltip, hatta sesini kalınlaştırıp o şarkıyı söylediğinde, o şarkının hayatımda attığım her adımın fonunda asılı durduğunu, o şarkıyı ne kadar sevdiğimi bilmiyordun. Bu muydu sebebim? Şu an burada oluşumu kendime bile açık açık itiraf edemiyorken, sebepler aramanın, geceye sıkışmanın ne anlamı var.

Adını bile sormadığım, aynı gece içinde dalgalandığım kadının yanından doğrulup, kuruyan boğazımı ıslatmak isteğiyle ortalarda içecek bir şey aranırken, sehpanın üzerine dizilmiş kitaplar dikkatimi çekti. Kitaplara yöneldim. Ve neyle karşılaşacağımı bilmeksizin aralarından birini çektim. O an farklı renklere boyanmış oda duvarlarının inanılmaz bir hızla etrafımda dönmeye başladığını hissettim. Elimde en sevdiğim kitabım! Ve kitabın ön kapağında, hangi gecelere ait olduğunu bilmediğim birkaç renkte onlarca dudak izi. Kaybolduğunu sandığım, eksik notaların hepsi ellerimin arasındaydı o an. Ön yargılarımın mahcubiyetiyle dönüp son kez kadının yüzüne baktım. Hiçbir şiirimi ezbere bilmeyen ben ilk kez gördüğüm bu yüzü ezberlemenin telaşındaydım.

En sevdiğim şarkı!

En sevdiğim kitabım!

Gece benim adıma iyice daralmış, bütün tesadüflerin yeniği olarak artık gitme vaktimin geldiğini anlamıştım. Ama bir iz bırakmalıydım. Günün birinde izi sürülecek bir iz.

Sehpanın köşesinde duran kaleme uzanıp ilk sayfayı açtım ve şu notu düştüm:

“İçinden kaça kadar sayabilirsin beni beklerken.”

mektup

Çay kesmedi. Bir kahve yaptım kendime inanılmaz sert. Simsiyah, kapkara bir şey işte. Sana da yaptım bir fincan Sevil. Karşılıklı oturup içeceğiz. Balkonda otururken yudumlanacak o kahveler ve sen bana bakarken bana inanmayı öğreneceksin, sonra bana güvenmeyi.

Anlatmaya başladığım her an bu hikayelerin nedenlerini anlayacak kadar tanıyacaksın beni. Her başladığım cümleyi sen bitireceksin içinden ama ben senin beni anladığını bilerek anlatmaya devam edeceğim. Susmam başka bir şeye benzeyecek karşılıklı o balkonda otururken. Ve bir dostluk böyle büyüyüp kök salacak tarihin yırtık sayfalarında.

Hiç kimseye gidesim yok. Kime gitsem karşılamaz beni zaten. Kime gitsem tamamlanmam ben bu hallerimle. Kendi yalnızlığımı sevmeye de alıştım zamanla. Büyülü sözleri bıraktım epeydir dilime sürmüyorum. Verilen sözler alınan sözler derken kısalıyor her şeyin ömrü. Oysa susarak anlatmak ne güzeldir içindeki cehennemi. Ve anlaşıldığını görmek bir tebessümde.

Sen güzel gülüyorsundur Sevil. Nerden mi biliyorum? Acıya ve yalnızlığa alışık insanların güzel güldüğünü kendimden bilirim de ondan. Çünkü onlar için gülmek çok derinlerinde ki bir parıldayıştır.

Yıldızlardan kopalım bu gece. Hiçbir şeyin yörüngesinde kalmayalım. Delibozuk anlatalım. Anlatmaktan yorgun düşsün dilimiz. Dilimiz düşsün hatta. Nedir bu akşam saatlerinde yazma azmim? Daha gece bile olmadı, daha karanlık da çökmedi mumlar da yakılmadı. Ama içim kusacak kadar birikmiş. İnsanlar nerdesiniz? İnsanlar kimsiniz benim bu cinnete yaklaşan yalnızlığımda. Neler oluyor bilseniz. Kimler kimleri öldürüyor böyle gecelerde içinde. Hangi bedenler parçalanıyor ağlamaktan ve terk edilmekten. Kimse kimseyi anlamak için dayanmıyor kapılara artık. Herkes bir şeylerin peşinde. İşporta tezgahlarına benziyor sokaklar, uzun upuzun işporta tezgahlarına. Ve yüzüm ağrıyor ve gözlerim ağrıyor, tam da şu an aslında çok eskiden bir şiirimde demiş olduğum gibi “aklım ağrıyor” Sevil.

Biliyorum hem de çok iyi biliyorum. Ben kendim olmanın kurbanıyım. Kendi peşimden koştum hep, yarık ruhumun peşinden koşmaktan tükendim, ağladım, kırıldım. Ama her şeye rağmen yaşadım diyebiliyorum. Kendim gibi yaşadım. Kendim olmak için yaşadım. Kimseye benzemek istemedim. Kendime benzemediğim zamanlarda oldu ama o kadarının kimseye bir zararı yoktu. Sadece yürüyordum kendi adımlarıma dualar ve şarkılar okuyarak. Şimdi albümlerde o yüzler, şimdi albümlerde hüzün ve yokoluş.

Devam buradan. Buradan devam. Burası neresi Sevil? Bu dünya bu sokaklar bu ülke neresi. Neyi ifade ediyor bize kaybedişler neden böyle erken tüketiyoruz sevinci ve aşkı. Bir yerlerde bir şeyler var doğru olmayan. Doğru olmayan ne çok şey var aslında durup baktığında. Durup baktığında gördüğün ve gördüklerinle kafayı yemek üzere olduğun ne çok çirkin şey var.

Yorgunum, sular da yorgun be. Nicedir akmıyorlar geceme şöyle oluk oluk ve ben kendi sessizliğimle ıslanıp kalıyorum öyle bir başıma. Bu mu gerçekten yalnızlık denilen o kuyu. Bu gözler benim mi o kuyunun dibinden gökyüzüne bakan. Bu eller, sesim benim mi Sevil. Bu satırlar neden bunca birikmiş içime ve ben neden kimseye anlatmamışım yüzyıllık sancılarımı?

Anlatmak çözülmek midir bir başka hayatın önünde. Anlatmak soyunmak mıdır söylesene? Yeniden bir sigara koyuyorum dudaklarımın arasına. Kahve ve sigara ve kelimeler. Sende oradasın. Kendi hayatının içinde başka bir hayatı yaşar gibi!

Anlatmak diyordum. Anlatıyorum sanırım orada yüzündeki ifadeyi merak ediyorum. Belki günlerce şiirlerini okuduğun o adam seni karşısına almış içindekileri döküyor. İnsanlara kızar gibi yapıyor. Evet onlara kızar gibi yapıyorum Sevil. Çünkü onlara gerçekten kızamıyorum bu kadar yorgun ve bitkinken. Onları anlıyorum lanet olsun ki onları anlıyorum. Gülüşlerini, ezber aşklarını, sonuna kadar gidemedikleri hayatları, kaçışlarını, saklanışlarını anlıyorum. Anlamak nasıl bir beladır Sevil? Anlatmak nasıl bir özlemdir? Oysa çevremde ağzını ve kulaklarını açmış bir şey dememi bekleyen onca insan varken şimdi neden buradan bu akşam çıldırmış gibi seni karşıma almışım?

Sorular berbat birer cevaba sahiptir bazen. Ama bu sorular seni korkutmamalı, neler oluyor diye düşünmemeli Sevil. Seyit içini döküyor içine belki de yüzünün ortasına. İçim ağır gelebilir bazen. Ama zamanla alışırsın dilime ve içtenliğime. Bir insan bulduğumda, gerçek anlamda bir insan, nasıl da delirip anlattığımı anlarsın ve o zaman ne kaygıların olur ne de soruların. Ki kaygılarını yok ettiğimizde başlayacak asıl yolculuğumuz.

Ah yolculuklar ve yollar ne güzeldir insanın kendini başka bir iklime sürmesi. Gittiği o iklime kendini yakıştırıp, alışması. Yollar insanın tıkanmış kanallarını açar diye düşünürüm hep. Bir yolculuğun insanın sorularına cevaplar verdiği bile olur. Ama yola kulak vermek gerek, yolu dinlemek sıkılmadan ve bıkmadan. Yol anlatır ama herkes duyamaz.

Odamın duvarlarına sinmiş sesleri düşündüm bir ara. Hiç silinmeyen kimisine kulak kabarttım. İlk halleri gibi tınıları ve tonları. Ve duvarlar konuştukça daha bir susuyor insan. Duymak önemli diyorum Sevil. Duyamıyorsak eksiğizdir. Bakıp da görememek gibi düşün. Duymak için dinlemek, görmek için bakmak!

Şimdilik bu kadar. Parmak uçlarımı nasıl vurduysam klavyenin üzerindeki tuşlara acımışlar.

Hep güzel kalman dileklerimle Sevil.

21 Ekim 2011 Cuma

004

nazik ve ölçülü sortilerle
ruhuma dokunup kaçan inatçı ve katil
bir kelebektin sen

003

işlediğim bütün suçların ortağısınız!